monaco maçının santra vuruşu öncesindeki şenol güneş tezahüratı iyi düşünülmüştü, bunu artık karşılaşma sonuna bırakmanın, skora göre söylemenin bir esprisinin kalmadığına inanıyorum. hemen ardından yeltenilen "ille hasan" türküsü de üçlüye takılınca gece bana göre mutlu başladı.
birinci yarı taraftar için rölantide geçti, ilk 10 dakikadaki baskımız yerini top kayıplarına bırakınca tam saha, ama ancak ortalama düzeyde ıslık; atağa çıktığımızda ise artık garipsemediğimiz uğultu maçın bir bölümüne eşlik etti. her zaman olduğu gibi tezahürat yapan grup, hem de sürekli farklı şeyler deneyerek, taraftarı yönlendirmeye çabaladı; ancak ilk yarım saat dolana kadar tezahüratta tam manasıyla bir bütünlük sağlayamadık. yarım saat dolmak üzereyken "koy monaco'ya" ile başlayan, "kartal gol" ile devam eden ve vasatta olsa iki kere üst üste üçlüyle son bulan yaklaşık 10 dakikalık bir git gel yaşadık; genel olarak tezahüratlar oyunun durduğu bölümlere denk geldiğinde etkin seviyeye ulaşıyor, oyun içinde özellikle rakip ceza alanına yaklaştığımızda kum gibi dağılıyordu. 40 bin kartaldan, 40 bin gevezeye, ardından tekrar 40 bin kartala geçişleri çok kez yaşadık. ilk yarıda golü yiyene kadar eskisi gibi baskın kullanılmayan ıslığı falcao'nun yokluğuna bağlıyorum, çizgiyi geçen top ikinci yarıdaki ıslık düzeyini oldukça yukarı taşıdı.
son 45 dakikaya geçmeden önce, pek üzerinde durulmayan; ama olur olmaz tekrarlandıkça yavanlaşan bir şeyden bahsetmem lazım: takımın tribüne çağrılması. maç başlarında da yapılıyor bu eylem, fakat söz konusu durum gelenek olandan biraz farklı. takım uzatma dakikalarında gol yemiş, kötü de oynamıyor; hatta çoğunluğun karşılık vereceğimize inancı tam. böyle bir durumdayken bırakın futbolcular kendini bir sonraki basamağa hazırlasın. benfica maçında verilen "maç bitti; ama biz buradayız, birlikte kaybedeceğiz" mesajıydı; fakat ondan sonrakiler, özellikle başakşehir maçındaki ve buradaki, pek değerlenmese de, bayağı göze battı. farklı bir konumda olsa bile kiev yenilgisinden sonra "dik dur, 'boynun eğme', dik dur" romantizmine benzetiyorum bu ısrarı, benim gibi konu beşiktaş olunca sulu göze dönen birine bile itici geliyor. kısaca, bazı olaylar eşsizdir ve tekrarı olmaz. örnek olarak beşiktaş-liverpool maçındaki dale cavase'yi verebiliriz sevgili günlük (hakkını yemeyeyim, gençlerbirliği maçındaki de güzeldi).
ikinci yarı geçen maçtaki gibi kötü sayılabilecek, fakat en azından ıslıksız bir üçlü ile başladı. penaltıya dek idare ettik. golün devamında ise 60. dakikaya kadar gayet güzel baskı kurduk, ikinci yarının gayriresmî üçlüsü de bu dakikalarda geldi. sonraki on dakikaya dair bir şey hatırlamıyorum, zaten taraftar 75. dakikadan sonra rakibin yarı sahasından başlayan ıslık dışında pek varlık göstermedi. en çok dikkatimi çeken quaresma'nın kırmızı görebileceği pozisyonun civarındaki sessizlikti, nefesler mi tutuldu, herkes nasıl söveceğini mi tasarlıyordu, emin değilim.
avrupa'da dengimiz bir tribün bulmak imkânsız, bunu sağlayan şey sürekliliğimiz; yoksa seçilmiş maçlarda bize yakın, dengimizde performans gösteren tribünlere rastlamak işten değil.
taraftara çok güveniyorum, hatta maçtan sonra sıcağı sıcağına bir şeyler yazsam muhtemelen böyle karamsar bir tablo ortaya çıkmazdı, sadece fotoğraf çekmek için stada gelmiş bir beşiktaşlıyla bile aramda bağ hissediyorum; fakat takımdan ayrı düz koşu yapmaya daha fazla devam edemeyiz.